Monday, March 17, 2008
Ne gündü ama II
Sonraaa, birden uyanmışım ve bunun bir rüya olduğunu görmüşüm, dermişiim :)) Şaka, şaka :D
O iki parlak gözü ve o krış krış sesi duyunca, bir de hayvan zaten hiç hareket de etmiyordu, geri geri giderek odanın kapısını kapatmıştım hemen. Sonra birden jetonum düşmüştü. Tekrar odaya girip, yatağın hemen yanında duran balkon kapısını açıp, kendimi tekrar odanın dışına atmıştım.
Kedi olsa, çoktan hareket eder, birşeyler yapardı, diyordum kendi kendime. Tavşana da benzemiyordu. Bir türlü anlam verememiştim.
O sırada çocuklar da kalkmıştı. Birşey söylememiştim tabii. Eşim de 1-2 saate kadar gelmişti (uykulu bir şekilde :)). Önce kahvaltı etmiştik !!
Sonra çıkıp, yukarda ne tür bir yaratık var bakalım demiştik. Elimizde süpürgelerle girmiştik odaya. Çocuklar da peşimizdeydi. Odaya girdiğimizde, hiç ses yoktu.
Herhalde balkon kapısından çıkmıştır dedik. Fakat eşim yine de temkinli davranmak istemişti. İkimiz de önce odayı baştan aşağı arayıp taramıştık. En son da süpürge saplarıyla yatakların altına bakmıştık. Yaratığın altında olduğu yatağa eğilip baktığımızda birşey görememiştik. Fakat süpürgelerle yatağın altını kontrol ettiğimizde, birşeyler takılıyordu hep. Evde fener de yoktu (ama artık var :))).
Son olarak yatağı çekip, öyle bakmaya karar vermiştik.
Yatağı çektiğimizde bir de ne görelim, 2 gri, 1 sarı toplam 3 tane yeni doğumuş kedi yavruları :) Meğer benim gördüğüm (gözümde lens yoktu, flu idi ya!), zar zor yürüyen, doğurdu doğuracak bir kedi imiş. O haldeki hayvancağız tabii hoplaya zıplaya cıkamadı merdivenleri. Bir de yatağın altından gelen sesler, ve kedinin hareket etmemesinin de tek nedeni, o an yavrularını doğuruyor olmasıymış.
Hemen büyük bir oyuncak kutusu alıp, yavruları içine koymuştuk. Ben bahçeye indirecektim, fakat eşim annelerinin balkondan çıktığını, mutlaka da geri döneceğini söylemişti. Biz de kutuyu balkona koyduk. Sonra eşim biraz uyumaya çıkmıştı. Ben de çocuklarla bahçeye inmiştim.
Bahçede otururken, etrafta bir kedinin dolandığını görmüştüm. Karnının altından meme uçları sarkıyordu. Yeni doğum yapmış olduğu belliydi. Bizim evde doğuran kedi olduğunu anlamıştım. Fakat hayvan yukarıya çıkacağına, terasın kenarında taşa uzanıp beklemeye koyulmuştu. Ben kediye, kedi bana bakar durumundaydık. Herhalde kedi üst balkona çıkamıyor diye fikir yürütmüştüm. Halbuki eşim sıkı sıkı tembihlemişti beni, yavrulara sakın dokunma diye. O gelir bulur yavrularını diye.
Ama dinlemeyip ve bir koşu yukarı çıkıp, balkondaki kutuyu almıştım ve terasa koymuştum. Kedinin az ilersinde duruyordu. Fakat kedi, şöyle bir baktıktan sonra kafasını öteki tarafa çevirip, hiç ilgilenmemişti. Ben ve çocuklar heyecanla bekliyorduk ne olacak diye. Hiçbirşey olmamıştı. Kedi kalkıp bahçenin sonunda duran ağacın altına gitmişti bu sefer. Ben de biraz bekledikten sonra, kutuyu bu sefer o tarafa taşımıştım. Kedi yine oralı olmamıştı. Ben elimde kutuyla kedinin peşinde, oğlanlar da benim peşimde, oradan oraya gezinip durmuştuk.
Bahçede biraz daha dolandıktan sonra, hop diye terasın çatısına tırmanmıştı. Oradan da balkona doğru atlamıştı. Ben, oralara çıkamaz, yavrularını bulamaz derken, kedi birden balkona çıkmıştı. Aklımdan ilk geçen tabii, keşke eşimi dinlemiş olsaydım olmuştu :) Çünkü anne kedi gerçekten de yavruları için dönmüştü.
Çekirdeği yukarı yollamıştım, camın arkasından baksın kedi ne yapıyor diye. Çekirdek çıktıktan iki saniye sonra ağlayarak yanıma gelmişti. "Kedi bana kkkıhhh yaptı" diye ağlamıştı. Kedinin ne yaptığını anlamaya çalışmak için yukarı çıkmıştım. Perdeyi çektiğimde, yerde uzanıp bekler pozisiyonda olan kedi, yılan gibi tıslayarak dişlerini göstermişti. Gerçekten de korkunç bir görüntüydü. Demek ki hayvan yavrularını hala içerde sanıp, kapının açılmasını bekliyordu. Aşağıda bahçede duran yavrularını kendi yavruları olarak kabul etmemişti. Nerede bıraktıysa, orada bekliyordu.
Bu sefer aşağıdaki kutuyu yukarıya taşımıştım. Fakat perdeyi araladıkça tıslayan kediye yavrularını nasıl vereceğimi bilememiştim. Sonra ise bir cesaretle kapıyı aralayıp, kutuyu hemen dışarıya koymuştum.
Kedi saniye geçmeden bir yavruyu boynundan kapıp götürmüştü. Biz de hayvanın peşinden inmiştik tekrar bahçeye. Fakat onu görememiştik. Dakikalar sonra tekrar gelmişti ve başka bir yavru götürmüştü. Yaklaşık 15-20 dk. sonra hepsi gitmişti. Herhalde doğurduktan sonra bir yavruyu götürürken, biz odaya girmiştik. O yüzeden yoktu ortalarda.
Yavruların annelerine kavuşması içimi bayağı rahatlatmıştı. Yoksa çok üzülürdüm onları almasaydı. Biz de zaten gidecektik. Fakat ayağına kadar taşımama rağmen niçin ısrarla tanımaması ve odanın önünde beklemesi de ilginçti.
Sonuçta hepimiz mutlu olmuştuk. Bu arada bütün bu olaylar olduğunda, yani ben çocuklarla yavruları oradan oraya taşıdığımda eşim hala uyuyordu :))
Monday, March 10, 2008
Ne gündü ama
Havanın güzel olması nedeniyle Minik'le sürekli dışardayız. Minik artık hayvanları isimleriyle telaffuz ediyor. Eskiden vav vav, psii psi olanlar artık köpek, kedi oldu :)) Çiftlik hayvanlarını da garibim kitaplardan öğreniyor. Ama onların da isimleri tamam :)
Kedilere karşı daha bir ilgili. Kendi bücür boyuna bakmadan, köpek gördüğü zaman, garip sesler çıkartarak hayvancağızları korkutmaya çalışıyor. Fakat bir kedi gördümü, hemen "a a a, bat (bak), tediii (kedi)", diye şirin şirin kediye gülümsüyor. Kendisi aslan burcu olduğundan mıdır nedir, anlayamadım :)
Kedi aşağı, kedi yukarı, yol boyunca kedilerin peşinden dolanırken, aklıma bu yaz yaşadığımız bir anı geldi.
Yazlıktaydık, fakat bir düğün nedeniyle, İstanbul'a dönecektik. Biliyorsunuz, yazı ailecek birarada geçiriyoruz. 3 katlı evde, en üst katta biz, orta katta kayınbiraderlerim ve çocukları, kayınpederim ve kayınvalidem kalıyor. Alt kat ise ortak kullanım alanı.
Kayınbiraderim ve eltim bir gün önce dönmüşlerdi. K.babam ve k.annem ise sabah erkenden yola çıkacaklardı. Eşim İstanbul'daydı. Buradan işe gidip gelmek daha kolayına geliyor. O yüzden belirli günlerde uğruyordu. O sabah da İstanbul'daydı, öğlene doğru gelip bizi alacaktı.
Neyse, annemlerin sabahın yedisinde hazırlandıklarını duymuştum. Çocuklar uyuyordu. Genelde 9-10 gibi kalkarlardı. Ben de o yüzden yatağımdan hiç kalkmamıştım. Aşağıya inmeyip, yatmaya devam etmiştim. Eşim de zaten saat 11 gibi kahvaltıya gelecekti. Sonra beraber dönecektik. Saat 07.30 gibi kapının kapandığını duymuştum. Annemler gitmişti.
Ben de hemen dalmışım tekrar. Birden uykumdan uyanmıştım. Saate baktığımda, henüz sekiz olduğunu görmüştüm. Sadece yarım saat uyumuşum meğer.
En alt kattan, birisi sanki poşetleri karıştırıyormuş gibi, bir hışırtı sesi gelmişti. Kalbim deli gibi atmaya başlamıştı. Meğer beni bu ses uyandırmıştı. Hemen fırlamıştım yataktan.
Miyop olduğum için lens kullanıyorum. Lensler banyodaydı. Önce oğlanların odasına girip, onlara bakmıştım. Mışıl mışıl uyuyorlardı. Tabii o heyecanla banyoya gidip lenslerle uğraşamadım. O yüzden gözlerimi kısarak bizim kattan aşağıya, korka korka bakmıştım. Hışrtı sesi kesilmişti. Evin merdivenleri yarım spiral şeklinde döndüğü için, alt kattan gelenin kim olduğunu bizim kattan göremiyoruz.
Hışırtı kesilmişti ve onun yerini, merdivenlerden yukarıya çıkan ağır adım sesleri almıştı. Çok ağır hareket ediyor, sanki sürünüyordu. Kalbim neredeyse durmak üzereydi. Aklıma ilk gelen düşünce, sabah annemlerin eşyalarla gittiklerini gören birinin eve girmiş olmasıydı. Paniklemeye başlamıştım. Heyecan ve panik duymama rağmen, aslında oldukça soğukkanlıyımdır. Bu yüzden olsa gerek, merakım daha ağır basmıştı. Ve yukarıya gelenin kim ya da ne olduğunu görebilmek için iyice eğilmiştim. Kocaman, yuvarlak bir kütlenin sürünerek merdivenleri ağır ağır tırmandığını görmüştüm. Gözlerimi kısarak, ne gördüğümü anlamaya çalışırken, yaratık eltimlerin odasına girmişti.
Yaratık diyorum, çünkü gerçekten de ne olduğunu anlayamamıştım. Bir kediye göre fazla büyüktü ve ağır hareket ediyordu. Köpek de değildi. Bir de hangi kocaman tüylü bir hayvan sürünür gibi hareket ederdi ki?
Acaba hala uyuyup da rüya mı görüyorum diye de bir taraftan düşünmüyor değildim. Bu da neydi diye düşünmeye devam ederken, diğer taraftan jet hızıyla bizim odaya girip, telefonumu kapmıştım.
Hemen eşimi aramıştım. Uykulu bir sesle cevap vermişti bana. Ben de panik içinde bir çırpıda olanları anlatmıştım. O da net ve kısa bir şekilde "Beni uyandırdın" demişti. "Faredir, kedidir. Odanın kapısını kapat, dışarıya çıkmasın, gelince bakarIZ (burada ikimizi kastediyordu)" demişti. Süper ama, değil mi??
Önce lenslerimi bir saniyede gözüme takmıştım. Sonra etrafıma bakınıp, sopa gibi birşey aramıştım. Amerikalılar ne güzel yapıyormuş, ya yataklarının baş ucunda ya da kapı arkalarında bir beyzbol sopaları var. Her eve lazım aslında öyle bir sopa. Allahtan bizim kattaki terasta uzun saplı bir süpürge duruyordu. Onu da elime alıp, yavaş yavaş merdivenleri inmiştim.
Eltimlerin odasının önünde durup, içeriye bakmıştım. Görünürde hiçbirşey yoktu. İçeriye doğru biraz daha girdiğimde, yine tuhaf sesler duymaya başlamıştım. Sesin nereden geldiğini anlayabilmek için nefesimi tutmuştum. Ses yeğenimin yatağının altından geliyordu. Ahşap parkeye sanki birşey kazınıyormuş gibi garip bir sesti.
Yine merakım ağır basmıştı. Elimde sopa ile, yatağa fazla yaklaşmadan eğilip bakmıştım. Ben yatağın altına bakarken, aynı anda da karanlıktan iki parlak sarı göz de bana bakıyordu. Gözler dışında hiçbirşey görünmüyordu. fakat o garip ses durmamıştı, devam ediyordu..
Of, çok uzun oldu. Daha da uzayacak. Devamını yarın yazarım :)
Wednesday, March 5, 2008
Gecikmiş bir Londra gezisi :)
Söz vermiştim, Londra gezisinden bahsedeceğime. Fakat aradan uzuuuun zaman geçince, kaldı. Kuğu'cğm bana sağolsun hatırlattı :)) Ama herşey sıcağı sıcağına güzel oluyor. Dolayısıyla uzun uzun anlatmak yerine, birkaç resim yükleyeyim dedim.
Biz, Lancaster Gate'de, bu beyaz binada kaldık. Apart hotel tarzında, şık bir yer. Hem Hyde Park'a hem de metroya çok yakındı.
Burası, gece dolaşmaya gittiğimiz meşhur ve bayağı kalabalık olan Piccadilly meydanı .
Brithish Museum'dan sonra en sevdiğim müze Natural History Museum. Keşke büyük Çekirdek de yanımızda olsaydı.. Dinozorlar tam ona göreydi :))
Londra muhteşem. İstanbul'dan sonra yaşamak istediğim tek şehir. Tabii yazın ortasında gittiğimiz için, gezip tozmak daha bir zevkli oldu. Zaten şehir gezileri mutlaka güzel bir mevsimde yapılmalı. Hem günler de daha uzun oluyor, hem de tiril tiril geziyorsunuz.
Biz de zaten Hyde Park'ın tadını doya doya çıkardık, piknik bile yaptık :)
Kuğular ne güzel değil mi :)))
Bu bendeniz, elinde enerji içeceğiyle. E az koşturmadık oradan oraya :)
Bu beyaz toplar Londra'daki meşhur "The O2" konser salonunun girişinde duruyor.
Bu da sokak gibi dizayn edilmiş salona giden yol üzerindeki afişlerden bir tanesi.
Konsere girerken ne fotoğraf makinesi, ne kamera, ne de cep telefonu sokabildik. Nasıl becerdilerse, sokan vardı tabii. Fakat biz riske atmadık. Bu yüzden de o muhteşem salonu ve Prince'i çekemedik. Ama internetten indiriliyor konser. Sahne o meşhur "Prince işareti" şeklindeydi. Herzaman yanında dans eden iki kız harikaydı. Bir de ikiz oldukları için, daha bir harika durdu şovları. Biz 20 günlük konserin 1. gününe bilet aldığımız için, Princ'in performansı müthişti. Hatta konser bittikten sonra, geride kalanlar için müzisyensiz bir şov daha yaptı. Sonra da ayrı bir yerde, (disko-bar gibi) sabaha kadar after show partysi sürdü. Gençliğinde sıkı bir Prince hayranı olan eşim de muradına erdi :)))
Ünlü Harrod's mağzası, başlı başına saatlerce gezilecek bir yer. Girişte zaten harita tarzı minik broşürler alabiliyorsunuz. Böylece hangi katlarda neler var ve kaybolmadan nasıl ulaşılır, öğrenebiliyorsunuz :)
Binanın birsürü girişi var. Neredeyse her girişin önünde, soförlü, son model arabalar duruyordu. Ben, bir ünlünün inmesini beklerken, inenler hep çarşaflı arap kadınlarıydı. 4-5 kadın ve yanlarında mutlaka filipinli bir hizmetli. Kadınlar çarşaflıydı, ama süper lüks bir şekilde, son model gözlükler, marka çantalarla filan.
Ve öyle bir alışveriş yapıyorlardı ki, ağızım açık kaldı :)
Yanlarında kesinlikle eşleri yoktu. Kadın kadına dolaşıyorlardı. Erkekler ise 2-3 kişilik gruplar halinde, son model spor arabalarıyla caddelerde turluyorlardı.
Bir de Mark's and Spencer mağzaları orada buradakilerinden çok farklı, daha güzel. Ayrıca kocaman gıda bölümleri de vardı. Market gibi. Genelde yiyecek alışverişimizi bu Mark's and Spencer Food Hal'lerden yapıyorduk.
Biliyorsunuz, Londra'nın çift katlı, kırmızı otobüsleri meşhurdur. Biz de bol bol bu otobüsleri kullandık. Çok zevkliydi :) Bir de caddelerde o kadar çok kırmızı otobüs var ki, şöyle baktığınızda, bir örnek, koca koca kırmızı binalar sanki dolaşmaya çıkmış gibi :)) Bu kadar otobüse rağmen, havada kesinlikle duman, eksoz kokusu yoktu. Eşim hatta özellikle otobüsün eksozunu kokladı (gerçekten). Kesinlikle koku filan yoktu. Biz burada ne eksoz dumanıyla yaşıyormuşuz meğer :(
Aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Dediğim gibi, sıcağı sıcağına yazmak meğer daha iyi olurmuş.
Farkettim ki, resimler ve onlara uygun yazılar kaymış. O yüzden okuduğunuzda yandaki resimle alakasız olabilir :))
Biz, Lancaster Gate'de, bu beyaz binada kaldık. Apart hotel tarzında, şık bir yer. Hem Hyde Park'a hem de metroya çok yakındı.
Burası, gece dolaşmaya gittiğimiz meşhur ve bayağı kalabalık olan Piccadilly meydanı .
Brithish Museum'dan sonra en sevdiğim müze Natural History Museum. Keşke büyük Çekirdek de yanımızda olsaydı.. Dinozorlar tam ona göreydi :))
Londra muhteşem. İstanbul'dan sonra yaşamak istediğim tek şehir. Tabii yazın ortasında gittiğimiz için, gezip tozmak daha bir zevkli oldu. Zaten şehir gezileri mutlaka güzel bir mevsimde yapılmalı. Hem günler de daha uzun oluyor, hem de tiril tiril geziyorsunuz.
Biz de zaten Hyde Park'ın tadını doya doya çıkardık, piknik bile yaptık :)
Kuğular ne güzel değil mi :)))
Bu bendeniz, elinde enerji içeceğiyle. E az koşturmadık oradan oraya :)
Bu beyaz toplar Londra'daki meşhur "The O2" konser salonunun girişinde duruyor.
Bu da sokak gibi dizayn edilmiş salona giden yol üzerindeki afişlerden bir tanesi.
Konsere girerken ne fotoğraf makinesi, ne kamera, ne de cep telefonu sokabildik. Nasıl becerdilerse, sokan vardı tabii. Fakat biz riske atmadık. Bu yüzden de o muhteşem salonu ve Prince'i çekemedik. Ama internetten indiriliyor konser. Sahne o meşhur "Prince işareti" şeklindeydi. Herzaman yanında dans eden iki kız harikaydı. Bir de ikiz oldukları için, daha bir harika durdu şovları. Biz 20 günlük konserin 1. gününe bilet aldığımız için, Princ'in performansı müthişti. Hatta konser bittikten sonra, geride kalanlar için müzisyensiz bir şov daha yaptı. Sonra da ayrı bir yerde, (disko-bar gibi) sabaha kadar after show partysi sürdü. Gençliğinde sıkı bir Prince hayranı olan eşim de muradına erdi :)))
Ünlü Harrod's mağzası, başlı başına saatlerce gezilecek bir yer. Girişte zaten harita tarzı minik broşürler alabiliyorsunuz. Böylece hangi katlarda neler var ve kaybolmadan nasıl ulaşılır, öğrenebiliyorsunuz :)
Binanın birsürü girişi var. Neredeyse her girişin önünde, soförlü, son model arabalar duruyordu. Ben, bir ünlünün inmesini beklerken, inenler hep çarşaflı arap kadınlarıydı. 4-5 kadın ve yanlarında mutlaka filipinli bir hizmetli. Kadınlar çarşaflıydı, ama süper lüks bir şekilde, son model gözlükler, marka çantalarla filan.
Ve öyle bir alışveriş yapıyorlardı ki, ağızım açık kaldı :)
Yanlarında kesinlikle eşleri yoktu. Kadın kadına dolaşıyorlardı. Erkekler ise 2-3 kişilik gruplar halinde, son model spor arabalarıyla caddelerde turluyorlardı.
Bir de Mark's and Spencer mağzaları orada buradakilerinden çok farklı, daha güzel. Ayrıca kocaman gıda bölümleri de vardı. Market gibi. Genelde yiyecek alışverişimizi bu Mark's and Spencer Food Hal'lerden yapıyorduk.
Biliyorsunuz, Londra'nın çift katlı, kırmızı otobüsleri meşhurdur. Biz de bol bol bu otobüsleri kullandık. Çok zevkliydi :) Bir de caddelerde o kadar çok kırmızı otobüs var ki, şöyle baktığınızda, bir örnek, koca koca kırmızı binalar sanki dolaşmaya çıkmış gibi :)) Bu kadar otobüse rağmen, havada kesinlikle duman, eksoz kokusu yoktu. Eşim hatta özellikle otobüsün eksozunu kokladı (gerçekten). Kesinlikle koku filan yoktu. Biz burada ne eksoz dumanıyla yaşıyormuşuz meğer :(
Aklıma ilk gelenler bunlar oldu. Dediğim gibi, sıcağı sıcağına yazmak meğer daha iyi olurmuş.
Farkettim ki, resimler ve onlara uygun yazılar kaymış. O yüzden okuduğunuzda yandaki resimle alakasız olabilir :))
Friday, February 29, 2008
Yine yazmak ne güzel :)
Çoook zaman geçmiş. Ve ne de hızlı. Aylar olmuş, yazmayalı.
Bu geçen süre içersinde internetten bakıp denediğim birkaç pasta,kek ve kurabiye denemelerim oldu. İşte bunlardan birkaçı. Pastayı yeğenim için yaptım. Biliyorsunuz benim dünyam mavinin 3 tonundan oluşuyor :)))
O yüzden pembiş pembiş, kalpli bir pasta yaptım :))
Kurabiyeleri de oğluş okula götürsün diye.
Bir de eşimle bir kilo verme halindeyiz ki sormayın. Eşim 7 kilo verdi. Ben ise neredeyse 4 kilo verdim. Vermek istediğim 1 kilom daha kaldı. Fakat kaç kilo olduğumu sormayın. Her gören zaten azarlıyor, çok zayıfladın diye. Bir de buradan laf işitmeyeyim :))
Kilo verme işi tam bir hesap işiymiş. Zaten kontrol eşimde olduğu için, hesap hiç şaşmıyor :)
Kilo vermek isteyip de veremeyen arkadaşlara duyurulur :) Yapmanız gereken tek şey, boyunuzu, kilonuzu ve yaşınızı bir formüle göre hesaplayıp (formül eşte, ezberimde yok şimdi), çıkan sonuca göre günlük almanız gereken kaloriyi bulmak. Ve her gün üşenmeden, bıkmadan yediğiniz her lokmayı yazmanız gerekiyor.
Biz mesela eşim ve kendim adına bilgisayarda birer dosya açtık. Her yediğimizi not edip, yanlarına kalori değerlerini yazıyoruz.
Mesela benim boyumda, kilomda ve yaşımda olan biri günde 1600 kalori tüketmeliymiş. Böylece kilomu sabit bir şekilde koruyabilirim. Eğer günlük tüketimim 1600 geçerse, kilo alırım. Kilo vermek istiyorsam, hedef kiloya ulaşana kadar günlük tüketimim 1100'ü geçmemeliymiş.
Şimdi ben 5 kiloluk bir hedef belirledim. 2-3 aydır 1100 kaloriyi geçmiyorum. Ve 4 kilo verdim. Eşim daha çok verdi, çünkü hedefi 12 kilo vermekti. Ve erkeklerde hesap daha farklı oluyor, sonuçta onların alması gereken kalori miktarı bizden fazlaymış. Bu yüzden verirken de benden daha fazla kilo verdi.
Dönelim bana :) Her gün yediklerimizi yazıyoruz. Bir de kalori listemiz var. Yediklerimizin kalorilerine bakıp hesaplıyoruz. Unutmadan, bir de mutfak tartımız var, ki bu çok önemli. Mesela film izlerken ayçiçek çekirdeği yiyeceğiz. Mutlaka tartıp, öyle yiyoruz. Genelde 20gr yetiyor. Sonra hesaplıyoruz 20gr kaç kalori eder diye. Ya da pasta yemek istiyorum, dilimi tartıyorum, ya da porsiyon hesabından kalorisine bakıyorum. Diyelim ki dilimi 450 kalorili bir pasta yiyeceğim. Eğer o gün 1100 kalorimden fazla tüketmediysem, pastanın tamamını yiyip, akşam yemeğini mesela pilavsız, ekmeksiz yiyiyorum. Ya da yarım dilim pasta yiyip, hem canımın çektiği tatlıyı yemiş oluyorum, hem de 450 kaloriyi 2'ye bölüp, fazla almamış oluyorum.
Listemizde genelde bütün yiyecekler mevcut. Zaten yarısını ezberlemiş durumdayız. Ona göre yiyip içiyoruz.
Hem kilo veriyoruz. Hem de hiçbirşeyden mahrum bırakmıyoruz kendimizi. Pizza da yiyoruz (dilim sayısına göre), çikolata da, pilav, makarna da :) Önemli olan hesaplamak.
Ayrıca bu şekilde daha da sağlıklı beslenmeye başladık. Az kalorili olduğu için meyve tüketimimiz arttı, boşuna kalori harcamamak için de, seçerek zevk doğrultusunda besleniyoruz. Yani yemiş olmak için birşey yemiyoruz. Zaten benim 1 kilom kaldı. Onu da verince, 1100'den tekrar 1600' e çıkaracağım tüketimimi. Böylece hem hedeflediğim kiloda sabit kalacağım, hem de (yaşasın:)) fazladan 500 kalorilik bir tüketimim olacak :)
Biraz karışık gibi gelebilir, fakat o kadar basit ki, bunu uygulamak.
Beni gören bana kızıyor da, eşimin o koca :P göbeğinin yok olduğunu gören herkes nasıl oldu?? diye soruyor valla. Anlayacağınız bu yaza artık karı koca beraber formda gireceğiz :)))
Ne kadar özlemişim yazmayı..
Artık arayı açmayacağım :)
Bu geçen süre içersinde internetten bakıp denediğim birkaç pasta,kek ve kurabiye denemelerim oldu. İşte bunlardan birkaçı. Pastayı yeğenim için yaptım. Biliyorsunuz benim dünyam mavinin 3 tonundan oluşuyor :)))
O yüzden pembiş pembiş, kalpli bir pasta yaptım :))
Kurabiyeleri de oğluş okula götürsün diye.
Bir de eşimle bir kilo verme halindeyiz ki sormayın. Eşim 7 kilo verdi. Ben ise neredeyse 4 kilo verdim. Vermek istediğim 1 kilom daha kaldı. Fakat kaç kilo olduğumu sormayın. Her gören zaten azarlıyor, çok zayıfladın diye. Bir de buradan laf işitmeyeyim :))
Kilo verme işi tam bir hesap işiymiş. Zaten kontrol eşimde olduğu için, hesap hiç şaşmıyor :)
Kilo vermek isteyip de veremeyen arkadaşlara duyurulur :) Yapmanız gereken tek şey, boyunuzu, kilonuzu ve yaşınızı bir formüle göre hesaplayıp (formül eşte, ezberimde yok şimdi), çıkan sonuca göre günlük almanız gereken kaloriyi bulmak. Ve her gün üşenmeden, bıkmadan yediğiniz her lokmayı yazmanız gerekiyor.
Biz mesela eşim ve kendim adına bilgisayarda birer dosya açtık. Her yediğimizi not edip, yanlarına kalori değerlerini yazıyoruz.
Mesela benim boyumda, kilomda ve yaşımda olan biri günde 1600 kalori tüketmeliymiş. Böylece kilomu sabit bir şekilde koruyabilirim. Eğer günlük tüketimim 1600 geçerse, kilo alırım. Kilo vermek istiyorsam, hedef kiloya ulaşana kadar günlük tüketimim 1100'ü geçmemeliymiş.
Şimdi ben 5 kiloluk bir hedef belirledim. 2-3 aydır 1100 kaloriyi geçmiyorum. Ve 4 kilo verdim. Eşim daha çok verdi, çünkü hedefi 12 kilo vermekti. Ve erkeklerde hesap daha farklı oluyor, sonuçta onların alması gereken kalori miktarı bizden fazlaymış. Bu yüzden verirken de benden daha fazla kilo verdi.
Dönelim bana :) Her gün yediklerimizi yazıyoruz. Bir de kalori listemiz var. Yediklerimizin kalorilerine bakıp hesaplıyoruz. Unutmadan, bir de mutfak tartımız var, ki bu çok önemli. Mesela film izlerken ayçiçek çekirdeği yiyeceğiz. Mutlaka tartıp, öyle yiyoruz. Genelde 20gr yetiyor. Sonra hesaplıyoruz 20gr kaç kalori eder diye. Ya da pasta yemek istiyorum, dilimi tartıyorum, ya da porsiyon hesabından kalorisine bakıyorum. Diyelim ki dilimi 450 kalorili bir pasta yiyeceğim. Eğer o gün 1100 kalorimden fazla tüketmediysem, pastanın tamamını yiyip, akşam yemeğini mesela pilavsız, ekmeksiz yiyiyorum. Ya da yarım dilim pasta yiyip, hem canımın çektiği tatlıyı yemiş oluyorum, hem de 450 kaloriyi 2'ye bölüp, fazla almamış oluyorum.
Listemizde genelde bütün yiyecekler mevcut. Zaten yarısını ezberlemiş durumdayız. Ona göre yiyip içiyoruz.
Hem kilo veriyoruz. Hem de hiçbirşeyden mahrum bırakmıyoruz kendimizi. Pizza da yiyoruz (dilim sayısına göre), çikolata da, pilav, makarna da :) Önemli olan hesaplamak.
Ayrıca bu şekilde daha da sağlıklı beslenmeye başladık. Az kalorili olduğu için meyve tüketimimiz arttı, boşuna kalori harcamamak için de, seçerek zevk doğrultusunda besleniyoruz. Yani yemiş olmak için birşey yemiyoruz. Zaten benim 1 kilom kaldı. Onu da verince, 1100'den tekrar 1600' e çıkaracağım tüketimimi. Böylece hem hedeflediğim kiloda sabit kalacağım, hem de (yaşasın:)) fazladan 500 kalorilik bir tüketimim olacak :)
Biraz karışık gibi gelebilir, fakat o kadar basit ki, bunu uygulamak.
Beni gören bana kızıyor da, eşimin o koca :P göbeğinin yok olduğunu gören herkes nasıl oldu?? diye soruyor valla. Anlayacağınız bu yaza artık karı koca beraber formda gireceğiz :)))
Ne kadar özlemişim yazmayı..
Artık arayı açmayacağım :)
Friday, October 5, 2007
Bugün Çekirdeğin Doğumgünü :)
Bugün canım Çekirdeğimin doğumgünü :)
6 bitti. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğine inanamıyorum. Daha dün kucağımda uyuyan minik bir bebekti. Şimdi ise kocaman bir çocuk oldu. Gerçi Minik de çok hızlı büyüyor. Biz ona hala bebek diyoruz, ama o da 2 oldu bile :)
Dün bütün gün tepside gördüğünüz kurabiyelerle uğraştım :)
İnanılmaz zevkli ve aslında yorucu bir işti. Yoruculuğu, bunları mutfakta bonus olarak yanımda bulunan 2 yaşındaki bir veletten korumak zorunda kalmamdan kaynaklandı.
Zaten neredeyse yarısının da tadına biz baktık :)
Bu kurabiyeleri tek tek paketleyip, Çekirdeğe verdim bu sabah. Sınıfındaki arkadaşlarına birer tane versin diye. Zaten dün bunları görünce çok sevindi :)
Fakat asıl pastalı kutlamamızı yarın yapacağız.
İlk defa bu şekilde kurabiyeler yaptım. Aslında bunların üzerini renklendirmek istiyordum. Fakat son dakikada karar verdiğim için bu işe, buralarda gıda boyası bulamadım. O yüzden böyle beyaz kaldılar :)
Bu kurabiyelerin tarifini Pastacı'dan aldım. İnanılmaz güzel şeyler yapıyor. Yanda linki var zaten. Acaba ben de yapabilir miyim diye denedim, fena olmadı. Fakat biraz daha özen göstermeliyim. Benimkiler biraz aceleye geldi :)
Canım benim yaa :) Sen artık adam oldun ;)
6 bitti. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğine inanamıyorum. Daha dün kucağımda uyuyan minik bir bebekti. Şimdi ise kocaman bir çocuk oldu. Gerçi Minik de çok hızlı büyüyor. Biz ona hala bebek diyoruz, ama o da 2 oldu bile :)
Dün bütün gün tepside gördüğünüz kurabiyelerle uğraştım :)
İnanılmaz zevkli ve aslında yorucu bir işti. Yoruculuğu, bunları mutfakta bonus olarak yanımda bulunan 2 yaşındaki bir veletten korumak zorunda kalmamdan kaynaklandı.
Zaten neredeyse yarısının da tadına biz baktık :)
Bu kurabiyeleri tek tek paketleyip, Çekirdeğe verdim bu sabah. Sınıfındaki arkadaşlarına birer tane versin diye. Zaten dün bunları görünce çok sevindi :)
Fakat asıl pastalı kutlamamızı yarın yapacağız.
İlk defa bu şekilde kurabiyeler yaptım. Aslında bunların üzerini renklendirmek istiyordum. Fakat son dakikada karar verdiğim için bu işe, buralarda gıda boyası bulamadım. O yüzden böyle beyaz kaldılar :)
Bu kurabiyelerin tarifini Pastacı'dan aldım. İnanılmaz güzel şeyler yapıyor. Yanda linki var zaten. Acaba ben de yapabilir miyim diye denedim, fena olmadı. Fakat biraz daha özen göstermeliyim. Benimkiler biraz aceleye geldi :)
Canım benim yaa :) Sen artık adam oldun ;)
Tuesday, October 2, 2007
Geldim :))
Nihayet kendime gereken motivasyonu sağlayıp, birşeyler yazma girişiminde bulunabildim :)
E bunda büyük oğluşun artık okula başlamasında, tekrar eski düzenimize girmemizin de etkisi var tabii.
Çok şükür bu yaz en çok abimize yaradı da, kardeşiyle artık güzel bir diyalog içersindeler. Geçen dönem ortaya çıkan problemler yok oldu. Demek ki gerçekten de geçiciymiş. Küçüğün büyümesinde ve abisiyle ortak birşeyler paylaşma isteği içersinde olmasının da etkisi büyük tabii.
Yaz nasıl geçti anlayamadım desem doğru olur. Gerçi hala yaz gibi :) Geçti mi geçmedi mi belli değil. Fakat en kısa zamanda şöyle bol bol yağmur yağsa hiç fena olmayacak.
Bütün yazı İstanbul dışında geçirdik. Yazlığımızda ailece kaldık. Ailece derken biraz daha açayım :) Kayınvalidem, kayınpederim, eltim, kayınbiraderim ve onların iki çocukları ve tabii biz. Beyler arada sırada uğradılar. Yani genelde İstanbulda'ydılar, mağlum iş. Biz bayanlar ve çocuklar gel keyfim gel şeklindeydik. Bu arada bizim yatak odalar evimizin çatı katında olduğu için, ben günde bilmem kaç kere yukarıya aşağıya in çık yaparken, eşimle daha sonra çıktığımız tatil için acayip forma girmiştim :) Gerçekten düzenli bir şekilde 3 kat merdivenlerde koşturduğunuz zaman, 10-15 gün içersinde çok güzel bacaklara sahip oluyorsunuz.
Bir ara çocukları bırakıp eşimle Clup Med Kemer'e gittik. Orası bizim vazgeçemediğimiz bir tatil yeri. Bir kere tamamen animasyon ve çocuk gürültüsünden arınmış durumda. Çünkü 18 yaşın altından küçükleri kabul etmiyorlar. Sonra yemeğe yetişme derdi yok. Akşam yemeklerini kastediyorum. Genelde çoğu tatil köylerinde kitle halinde aynı saatlerde yemeğe akın olayı oluyor. Fakat burada yemeğe geçmeden önce mutlaka havuz kenarındaki barda bir drink alıp, sohbet edip, ancak saat 21.00 gibi yemeğe geçiliyor. Çünkü buradaki herkes genç, bekar, yeni evli, sevgili ya da bizim gibi çocuksuz gelmiş durumdalar.
Dolayısıyla herkes rahat. Ve buranın bir başka özelliği de, gelenler genelde bizim gibi neredeyse her sene buraya uğrayanlar. Yani birbirini daha önceden tanıyanlar da var.
Bekar olan arkadaşlara siddetle bir arkadaş veya grupla berabar gitmelerini öneririm. Hele yemek sonrası tekrar barın etrafında toplanıp, tanışılıp, yıldızlar altında sohbet eden o kadar güzel gruplar oluşuyor ki. Ve kesinlikle rahatsız edici insanlar yok. Herkes belli bir seviyede, sadece arkadaşlık ve hoş vakit geçirme derdinde.
Bizim için de güzel oldu. Bütün kış çocuklara odaklı zaman geçirdikten sonra, böyle güzel bir ortamda tekrar baş başa kalabilmek iyi geldi. Ayrıca sadece ortam iyi değil. Koyu bir kere özel. Denizi harika. Kuzeye baktığı için güneş batana kadar sahilde kalabiliyorsunuz. Ve yemekleri de harika.
Burada bol bol dinlendikten sonra, bir 10 gün kadar sonra, yine çocukları bırakıp Londra'ya gittik.
Londra seyahatimizden bir sonraki postta bahsetmek istiyorum. Çoook güzel geçti.
Bu tatilden sonra ise geri kalan yazı yazlığımızda geçirdik.
Büyük çekirdek bu yaz kolluksuz yüzmeye başladı:) Artık çok güzel yüzüyor. Minikte her ne kadar bahçede bezden kurtulma operasyonuna başladıysam da, bir netice elde edemedik. Hala bezliyiz :))
Ama dert etmiyorum. Abisi iki buçuk yaşında bırakmıştı. 6 ay uğraşmıştım. Ama her çocuğun bunu hissettiği ve artık hazır olduğu bir dönem oluyor. Artık bu konuda tecrübe sahibi olduğumdan, minikte o kadar sıkmıyorum kendimi. Nasıl olsa onun da zamanı gelecek :)
Çekirdek artık 1. sınıfa başladı. Geçen sene gittiği okula devam ediyor. Okuldan çok memnunuz. Öğretmeni de çok cici bir bayan. Çocuklar çok sevdiler öğretmenlerini. Bu sefer daha erken kalkıyoruz. 06.30 gibi. Çünkü kahvaltısına özen gösteriyorum. Geçen dönem yaşadığımız yemek yememe problemini aştık çok şükür. Fakat çok yavaş yediği için bu saate kalkmak zorunda.
Bir de artık okul forması giymeye başladı. Çok şeker oluyor :)) Büyüdü de okullu oldu artık.
Çocuklar artık el yazısıyla yazmaya başlıyorlar. Ve harflerin okunuşu da değişmiş. Mesela "b" harfi şimdi "bı" diye okunuyormuş. O yüzden okul velilerin çok müdahele etmelerini istemiyor. Zaten çocuklar akşama kadar okuldalar. Bir de biz evde karışsak iyice bunalırlar. Ama çekirdek çok meraklı yazmaya. Elinde küçük bir defterle sürekli birilerinin peşinde. Şunu yazar mısın bunu yazar mısın diye sorup duruyor.
Ben ilkokulu İsviçre'de okumuştum. Ve orada biz de el yazısıyla başlayıp, harfleri tek tek öğrenmiştik. Şimdi aynı sistem Türkiye'de uygulanıyor. O yüzden bana pek yabancı değil. Ben de ona birşeyler yazarken, el yazısıyla yazıyorum. Öyle bir öğretmişler ki, hala unutmamışım :)) Bir de kendi zamanımdan bildiğim ve Avrupa'da uygulanan bir sistem polduğu için, içim rahat bu yüzden. Yani bu sistem iyi mi kötü mü endişesi yok bende. Gayet iyi :)
Bu arada dekorasyona merak sardım. Sürekli dekorasyon dergileri alıp inceliyorum. Evde sürekli bir düzenleme, dekore etme, süsleme durumundayım. Eşyaları değiştiremiyorum, fakat değişik objeler bulup yerlerini değiştiriyorum. Böyle bir krize girmiş durumundayım :) Bir de IKEA dergisi düşmüyor elimden. Almak istediğim o kadar çok şey var ki.
Bir de sürekli cheesecake yapıyorum. Buna da merak sardım. Değişik değişik, çikolatalı filan. Ne çok cheesecake çeşidi varmış. Fakat en çok sevdiğim cheesecake tarifine rastlayamadım henüz. Pelitin sapsarı, limonlu cheesecake var ya işte o. Bayılıyorum ben bu lezzete. Buna benzer bir tarifi olan varsa ne oluuur söylesin bana :)
Şimdilik bu kadar :))
Thursday, July 26, 2007
Selam :)
Herkes gibi ben de oyumu kullanmak için İstanbul'a döndüm. 3 gün daha buradayız. Sonra daha önce bahsettiğim kır düğününe katıldığımız gecenin sabahında Londra'ya, yeni bir tatile gidiyoruz.
Hepinizi tek tek okumak için fazla lafı uzatmıyorum. Aslında anlatacak birkaç hikaye de yok değil. Özellikle bir ara Club Med Kemer'de yaptığımız tatilden bahsetmek istiyorum. Oraya giden, bilen anlamıştır :))
Sonra bizim ufaklılkların yüzme maceraları, yazlığımıza gizlice girip, evin orta katına çıkıp doğum yapan kediden ve daha birsürü şeyden.
Ama çok fazla vaktim de yok. Çünkü tekrardan eşyaları hazırlama moduna geçmeliyim.
Minik iki gün sonra anneanneye taşınacak yine. Çekirdeğin de eşyalarını babaanneye götüreceğiz.
Bir de kaldırdığım uzun kollu, baharlık giysileri tekrar çıkarmam gerekiyor. Burası kaynıyor, fakat Londra biraz serinmiş.
Çok kısa oldu biliyorum. Fakat ya yazacağım, ya da okuyacağım. Sizleri okumayı tercih ediyorum :)
Londra dönüşü tekrar yazlığımıza geçeceğiz. Çekirdeğin okulu açılınca döneceğiz. Bu arada dün Çekirdeğin kaydını yeniledim hazır buradayken. Bu sene oğlum forma giymeye başlayacak. Küçük adamım resmen büyüdü. Bu da bende ayrı bir heyecan yaratıyor :)
Herhalde Eylüle kadar benden yine pek bir ses çıkmaz. Hepinizi öpüyorum, hoşçakalın :))
Hepinizi tek tek okumak için fazla lafı uzatmıyorum. Aslında anlatacak birkaç hikaye de yok değil. Özellikle bir ara Club Med Kemer'de yaptığımız tatilden bahsetmek istiyorum. Oraya giden, bilen anlamıştır :))
Sonra bizim ufaklılkların yüzme maceraları, yazlığımıza gizlice girip, evin orta katına çıkıp doğum yapan kediden ve daha birsürü şeyden.
Ama çok fazla vaktim de yok. Çünkü tekrardan eşyaları hazırlama moduna geçmeliyim.
Minik iki gün sonra anneanneye taşınacak yine. Çekirdeğin de eşyalarını babaanneye götüreceğiz.
Bir de kaldırdığım uzun kollu, baharlık giysileri tekrar çıkarmam gerekiyor. Burası kaynıyor, fakat Londra biraz serinmiş.
Çok kısa oldu biliyorum. Fakat ya yazacağım, ya da okuyacağım. Sizleri okumayı tercih ediyorum :)
Londra dönüşü tekrar yazlığımıza geçeceğiz. Çekirdeğin okulu açılınca döneceğiz. Bu arada dün Çekirdeğin kaydını yeniledim hazır buradayken. Bu sene oğlum forma giymeye başlayacak. Küçük adamım resmen büyüdü. Bu da bende ayrı bir heyecan yaratıyor :)
Herhalde Eylüle kadar benden yine pek bir ses çıkmaz. Hepinizi öpüyorum, hoşçakalın :))
Subscribe to:
Posts (Atom)