Thursday, January 25, 2007

Çalışmak ya da çalışmamak, bütün mesele bu...

Demiştim ya, çok istiyorum çalışmayı diye. Bunun için de gerekenleri yapıyorum.
Aklımda bir kaç yer var.
Dün, eskiden aynı yerde çalıştığımız bir arkadaşıma rastladım. Şu an çalıştığı yerde çok memnunmuş. Eleman da arıyorlarmış. Ayrıca bir tanıdığım daha var orada. Yani referans olabileceklerini söylediler. Ve beklemeden başvur dediler.

İş tabii ciddiye binince, evde oturup eşimle konuştum. Henüz baş vurmadım. Çünkü bir türlü karar veremiyorum. Eşim seçimi bana bıraktı. Ne gir diyor, ne de girme. Ama onun gönlünden asıl geçeni anlamıyor değilim tabii.

Oturup bütün gece düşündüm, kafamda canlandırdım, annemle konuştum. Öncelikle çocukları ayarlamam gerekiyor tabii. Eğer o istediğim yerde çalışacaksam, sabahları en geç 7.30'da evden çıkıyor olmalıyım.

Büyük oğlum zaten o saatte servise binip okula gidiyor. Küçük ise 10' kadar uyuyor. Eşim de işe gittiğinde, ona bakacak kadının en geç 7.30'da bizde olması lazım. Ama gönlüm yabancı bir kadına teslim etmeye razı gelmiyor.

İşte burada sağolsun annem bir öneride bulundu. Eğer çalışacaksam, miniği bize bırakın, ben bakarım dedi. Bırakmakla da şunu kastediyor, pazar akşamı bırakacağız, cuma akşamı alacağız. Yani hafta içinde annemlerde kalacak.

Pratik bir çözüm gibi görünse de, eşimin razı olmayacağına adım gibi emindim. Nitekim ona söylediğimde, yanılmadığımı anladım. Zaten benim de çok hoşuma gitmemişti.

Buna alternatif olarak şöyle düşündüm, ki kayınvalidem de razı, sabahları kayınvalidem (ona burada şimdi öyle hitap ediyorum, aslında annem derdim, çünkü annem kadar sevdiğim bir insan, ama kendi annemle karışmasın diye:)) bize gelir (kendileri karşı apartmanımızda oturuyor), öğlene kadar küçükle kalır. Öğlen de annem gelir, öğleden sonraya kadar kalır.
Sonra miniği kayınvalideme bırakır, evine döner. Büyük oğlum da servisle dönünce, babanesine çıkar.
Biz işten dönünce de çocukları alırız. Ve bu düzen böyle devam eder. Ev işi de sorun olmazdı, yardımcım her gerektiğinde geliyor zaten.

Fakat beni bir kararsızlık sardı. Çok çok istememe rağmen, içimden bir ses birdaha düşün diyor.
Şükürler olsun ki, maddi kaygılardan dolayı çalışacak değilim. Eğer şimdi işe gireceksem, sadece kendimi tatmin etmek için gireceğim. Zaten bu yüzden eşimin gönlünden, evinin düzeninin, huzurun bozulmaması geçtiğini biliyorum. Düzen kesin bozulacak da, huzursuzluk da olur mu bilemiyorum. Gerçi önceleri çalıştığım dönemlerde, az sinirli, yorgun ve bitmiş olarak dönmüyor değildim. Haliyle içimden birşey yapmak da gelmiyordu. Şimdi evdeki iş de arttı. Çocuklar var, onlar da ilgi bekleyecek doğal olarak.
Babaları çok yorgun olduğunda, ben hep idare ediyorum onları. E ben de yorgun ve tahamülsüz olduğumda ne olacak?

Şimdi evde otur otur sıkılıyorum tabii. Ama hep de evde değilim aslında. Haftanın iki üç günü gönlümce gezip tozuyorum, çalışmayan arkadaşlarımla buluşuyorum.
Evde olduğum zaman evin orasını burasını düzenliyorum. Evime süsler alıp, dekorasyonunda oynuyorum. Mis gibi miniğimle öğlen uykusuna yatabiliyorum.
Hafta sonlarını organize edebiliyorum. Çalıştığım dönemlerde hafta sonu olunca, evden çıkmak içimden gelmiyordu.
Eşimin kendi işyeri olduğu için, onun yorgunluğu daha az oluyor. Ben ise hem çalışmaktan, hem evi idare etmekten, hafta sonları evden çıkmak istemiyordum. Tabii şimdi çocuklar da var. Yani dinlenmek pek mümkün olmayabilir.

Ev kadını olmak, evinin düzenini sağlamak, çocuklarını büyütebilmek, bunlar aslında genetik kodlarımızda yazılı zaten. Asırlardır erkekler dışarda avcı, kadınlar yuvada, yuvayı yapan kuş misali. Ki bunlar zaten yapmaktan zevk duyacağımız işler.
Fakat günümüzde genelde maddi kazanç adına kadınlar da destek oluyor aileye.
Çok da iyi birşey, kadının kendi ayakları üzerinde durabilmesi, kimseye muhtaç olmaması.

Ama bazı arkadaşların (evet sen de Renkler'cğm:)), çalışmaktan bıktıklarını, evde oturmak istediklerini yazınca, iyice kararsızlığa düştüm.

5 ve bir buçuk yaşlarında çekirdeklerim. Şimdi çalışmaya başlasam, hayatım ne kadar zorlaşır. Sırf kendim için, zevk için çalışmak eziyete dönüşür mü acaba?
Of, bilemiyorum neye karar vereceğimi...

Tuesday, January 23, 2007

Sobelendim :)

Dün bahsettiğim gibi, bugün oğlumun okulundaydım. İnanılmaz keyif aldım. 2o tane bıcır bıcır çocuk etrafımda, kestik, boyadık, yapıştırdık, kuklaları yaptık. Bir de sahne kurdular tahtanın önüne, karşılıklı oynadılar. Valla 40 dk yetmedi bana :) Zaman hemencicik geçiverdi. En üzüldüğüm şey ise, resim çekememem oldu. O kadar hareketli geçti ki herşey... Ama oğlum eve döndüğünde, onunkileri çeker gösteririm. Zaten hemen hemen hepsi birbirine benziyordu :)) Birbirlerine bakıp yaptıkları için :)

Renkler'cğm sobelemiş beni :)
Önceleri, ben daha blogumu açmadan çok önce, ebe sobe oyunu vardı. Ben de zevkle okurdum. Sonra bir ara yapılmadı. Hatta Renkler bunu dile getirmişti, tekrar yapılsın diye. Sağolsun beni de sobelemiş.
Daha önce bahsetmediğim 5 şeyi soruyor.

İşte benimle ilgili bilinmeyen 5 şey;

1. Telesiyej, Telefirik ve uçak dışında, inanılmaz yükseklik korkum var. İlginçtir, bu üç şey beni korkutmuyor. Bilakis en sevdiğim yolculuk şekli uçaktır. Hatta 15 yaşındayken, ilk kez uçağa bindiğimde tek başımaydım ve hiç korkmamıştım.
Ama en basitinden oğlumla bir dönmedolaba filan bineyim, bayılacak gibi oluyorum. Çocuğu o kadar sıkıp sarmalıyorum ki, yavrucak bana "Anne merak etme, ben korkmuyorum" demek zorunda kalıyor. Bir bilse asıl korkanın ben olduğumu :)

2. Çocukları çok seviyorum. Eşim de istese, 3.'yü de doğuracağım. Ama istemiyor :( Birini ananeye, diğerini de babaneye göndererek iyi idare ediyoruz diyor. Üçüncüyü gönderecek yer kalmadı diyor şakayla karışık. Ama tek sebep bu değil tabii. Hayat zorlaştı. Okullar çok pahalı. Gezmeyi de seviyoruz. Bir üçüncüsü hayatımızı bayağı değiştirebilir, belki de zorlaştırabilir. Eşim haklı olarak şu anki düzenini bozmak istemiyor.

3. Korku ve gerilim romanları okumayı çok seviyorum. Stephen King'in bütün kitaplarını okudum (yenileri hariç). Dean R. Koontz hastasıyım. Benim ona hasta olmam eşimi de hasta ediyor :) Benim bu tür kitap okumayı sevmemi bir türlü anlayamıyor. Yenilerden de favorim Grange. O da çok iyi.
Tabii bunların yanında başka türden okuduklarım da var. Sadece korku ve gerilim romanını çok sevdiğimi belirtmek istedim :))

4. Daha önce bahsettim mi bilmiyorum. Ama bu sene çalışmak istiyorum tekrar. İş hayatına 7 sene ara verdim. Artık yeter diyorum. Annelerden de ufaklığı idare edeceklerine dair söz aldım. Bakıcı tutsam da, onların da olmalarını istiyorum.
Ama içime sinecek bir iş olsun ki, pişman olmayayım sonra. O yüzden aramalar devam ediyor:)

5. Güzelliğe ve estetiğe çok meraklıyım. Estetik operasyonlarına karşı değilim. Hatta eşim izin verse, bir iki yerime yaptırırdım da. Ama kendisi nefret eder :(
Ben mesela Angelina Joli'yi çok beğenirim. Eşim itici bulur. O yüzden hiç şansım yok :((

Evet, bu kadar yeter. Zaten 5 madde olacaktı :)
Ben de şimdi ÇİÇEKLİBAHÇE'yi, KURUNANE'yi, YAZ'ı ve döndülerse eğer KUĞU hanımı sobeliyorum. Sobeeee :))

Monday, January 22, 2007

Veli katılım günü :)



Yarın oğlumun okulunda "Veli katılım günü" var. Her salı günü, bir öğrencinin velisi derse katılıyor. Kendini, mesleğini tanıtıyor ve çocuklara birşey yaptırıyor. 23.01 de benim günüm gözüküyordu listede. Tabii bu liste dağıtıldığında, oh, bana daha çok var demiştim. Ama şimdi o gün geldi işte. Yarın, 4o dk da olsa, 20 öğrenciye bir faaliyet yaptırma sırası bende :)

Geçen hafta, eczacı olan bir veli, öğrencilerle birlikte krem yapmıştı. Oğlum, minicik bir kabın içinde bir miktar kremle gelmişti. Hem benim yanağıma, hem de kendi yanağına sürüp eğlenmiştik.

Ben de uzun uzun düşündükten sonra, onlarla parmak kuklaları yapmaya karar verdim.
Onların kolay yapabilecekleri, basit şekilde olsun dedim.
Yukardaki resimde de görüldüğü gibi (suratları eşim çizdi:)), pembe daireleri ben çizeceğim önceden. Onlar da surat çizip, boyarlar. Götüreceğim yünlerden de saç kesip yapışırırlar. Sonra da arka tarafa, yine benim önceden hazırlayacağım şeritleri parmaklarını geçirebilecek şekilde yapıştırırlar. Ve kuklalar hazır :))

Oğlumla arada oynarız bu şekilde. Çok da hoşuna gider. Kendi de zaten bu fikri beğendi. Umarım arkadaşları da sever :))
Yarın foto makinamı yanımda götüreyim de, çocukların yaptıkları yüzleri de çekeyim:))

Thursday, January 18, 2007

Haydi makyaj yapalım :)



Bu sene makyajda moda olan, çok uğraşmaya rağmen, hiç yokmuş gibi gözükmesiymiş.
Ama buna "doğal makyaj" demiyorlar bu sene. "Yokmuş gibi olan" deniyor, ama bunun için uğraşıyorsun.

Bana pek yeni gelmiyor, çünkü her zaman yaptığım şekildeymiş. Açık bir tenim olduğu için (soluk yani:)) kendimi bildim bileli makyaj yaparım. Makyajsız sokağa bile çıkmam, o derece.



Önce şunlar yapılıyormuş; göz altlarına kapatıcı sürmek, gerekiyorsa da burun kenarlarına (zaten bunu hepimiz yapıyoruz, değil mi), sonra uygun bir fondöteni dağıtıyorsun yüzüne (ben bunun yerine transparan pudra kullanıyorum).
Bir sonraki adımda daha koyu bir fondöten ile yüzündeki hatları, gözleri ortaya çıkartıyorsun. Bunun üstüne de pudralama başlıyor (ben bunu da es geçiyorum, zaten sürdüm ya pudramı:)).

Sonra fondöten ve pudra renginde farlar seçip, gözler belirginleştiriliyor, hafifçe (ben güdüzleri, özel bir yere gitmiyorsam, far kullanmıyorum, çok severim aslında, ama gözlerim açık renkte olduğu için far fazla geliyor).
Tabii sıra göz kalemine geliyor (işte benim için olmazsa olmaz, siyah göz kalemi en sevdiğim).



Vee, gözlere sihirli dokunuş dedikleri rimel, son olarak uygulanır (tabii ya, yoktur zaten hiç o kadar uğraşıp da, ay şu rimeli de sürmeyeyim diyen:)).
Ve sonra allık sürülüyor (bir vazgeçilmez daha benim için, ben aynı anda iki renk kullanırım. Pembe ton tam elmacık kemiklerimin üstüne, hafif bronz ise elmacık kemiklerimi vurgulamak için altına).
Sonra ise doğal bir ruj seçiliyor (genelde pembe tonlarda lip glos kullanırım).



Aynaya baktığınızda, hiç makyaj yapmamış gibi gözükmeniz gerekiyor. Çünkü makyözün uygulama yaptığı manken öyle gözüküyor:) Eğer öyle görünüyorsanız, bu yılın modasını başarıyla uyguluyorsunuzdur:)

Ben yukarda bahsettiğim şekilde yaparım makyajımı. Artık aynaya baktığımda, otomatiğe geçmiş gibi, kapatıcı-pudra-kalem-rimel-allık1-allık2-parlatıcı diye bir sıra izler, şaşmadan:)

Sonuç da doğal olur. Ama o doğallığı yakalamak için de yine uğraşılıyor, aynen bu sene moda olduğu gibi:)

Friday, January 12, 2007

Yemek yedirmenin dayanılmaz hafifliği :)

Sorsalar bana, dünyanın en zor işi nedir diye, herhalde 'bir çocuğa yemek yedirmektir' diye cevap verirdim.
Galiba bu yazının bir yemek faslı sonucu yazılmış olduğu anlaşılmakta:)
Miniğime bir tabak yemek yedirebilmek için yaratıcılığımın doruklarına vardım yine.
Bugün bir adet köfteyi, birkaç dilim patatesi ve yarım bardak yoğurdu, ufak bir kavanoza koyduğum bir kaç adet mısır tanesi sayesinde yedirmeyi başardım.
Her gün ilgisini çekecek birşeylerin arayışına giriyorum, yemek öncesi.
Abisine yedirirken de bir dönem karın ağırısı çekmiştim bu yüzden. Fakat ne çabuk unutuveriyormuşuz o zamanları:)
Niye bu kadar uğraşıyorum, bilemiyorum. Bazı arkadaşlarım, çocuk oyun oynarken, etrafta gezinirken yemeği yediriveriyorlar bir çırpıda. Fakat nedense bana doğru gelmiyor. Ben ısrarla sofrada ve mama sandalyesinde yedirmeye çalışıyorum.
Gerçi büyük oğlumda bu kadar uğraşmamın meyvelerini topladım:)) Kesinlikle tabağını bitirmedem inmiyor masadan. Doyduysa da izin istiyor. Ve mutlaka masada yiyiyor.
Ama orada burada ayakta yiyen yaşıtı kuzenleri hala masada oturmasını bilmiyorlar.
Galiba bu yüzden uğraşıyorum.
Ama of, 4 sene önce daha bir sabırlımışmıyım neymişim anlayamıyorum. Şimdi eziyet gibi geliyor bana yemek saatleri.
Neyse, akşam yemeği saatine kadar kalan süremin keyfini çıkartayım bari.
Resimde görülen nesne, büyük oğlumun bana dün kendi yaptığı bir bilekliktir. Gururla koluma taktı ve hep tak dedi:))

Monday, January 8, 2007

Tatilden döndük :)




Geçtiğimiz perşembe günü, bayramın hemen ardından çıktık yola. Arkadaşlarla beraber Kartepe Green Park hoteline gittik. Evden çıkarken, hava günlük güneşliydi. Ama Kartepe'ye yaklaştıkça, kar başladı. Vardığımızda ise, her yerin bembeyaz olduğunu gördük:)



İkinci resmi zirveden çektik. Aşağıda hotelimiz gözüküyor. Zaten civarda olan tek hotel. Zirveden bakıldığında manzara müthiş. Sol tarafta deniz gözüküyor. Sağ tarafta ise Sapanca gölü. Aralarda da dağ ve orman manzarası. Hotele arkamızı döndüğümüzde ise, Uludağ'ı görebiliyorduk.



Üçüncü resmi ise eşim odamızdan çekti. İlk gittiğimiz gün inanılmaz bir sis vardı. Sis nedeniyle hotele vardığımızda, binanın kendisini görememiştik bile. Hatta abartıp siste kayanlar da vardı. İkinci gün sis devam edince, bu abartanların arasına ben de katıldım ve sise rağmen kaydım:) Fakat ertesi sabah uyandığımızda, sisin olmadığını görünce, ilk defa odamızdan manzarayı da gördük ve hemen resmini çektik:)



Küçük oğlumuzu bırakıp, büyük oğlumuzu almıştık yanımıza. Kendisi de ilk defa kayak tatiline çıktı:) Arkadaşlarımızın oğlumuzdan 2 yaş büyük olan kızı ve oğlum ilk defa kayak ile tanıştılar. Hoca tutup ders aldılar. Arkadaşımın kızı dersi ilerletip sonunda çok güzel kaymayı öğrenirken, bizim oğlumuz işi pek ciddiye almayarak, lay lay lom ve de derste şarkı söyleyerek aldığı dersler sonunda kaymayı öğrenemedi. Hocası bize kibarca üzülmeyin, henüz yaşı küçük, işi ciddiye almıyor gibi şeyler söyledi. Ve kayamasa da, iyi bir şarkıcı olabilir gibisinden espriler yaptı. Ama adam tabii nazik olmak istedi. Çünkü neredeyse iki yaşında olan çocukların bile düzgün kayabildiklerini gördük. Zaten spora pek merakı olmayan oğlumun kayağa da merakı yoktu. Herhalde bu onun ilk ve son kayışı oldu.
Son resimde de görüldüğü gibi, o kızakla kaymayı daha çok sevdi. Bıkıp usanmadan (ve yorulmadan) kızağı ile tepelere çıkıp durdu.


Kaldığımız hotel çok güzeldi. Yeni ve lüks bir yer. Fakat servisin ve bazı şeylerin oturması için birkaç yılın geçmesi gerekiyor. Aksaklıklar olmadı değil yani. En komiği de, gündüz herkes kayarken elektriğin kesilmesi ve jenaratörün bozulması oldu. Havada yarım saat asılı kalanlar için korkunçtu tabii. Biz tam o sırada Geyikalan pistinin tepesinde oturmuş, köfte ekmek yiyip, sıcak şarap (ki pek sevmem) içiyorduk. Böyle bir tesisin yedek ikinci bir jenaratörü olması lazım. Allahtan hava güneşliydi. Eğer tipi çıksaydı, düşünemiyorum ne olurdu.
Bir de o kadar lüks bir hotele yakışmayacak şekilde zevksiz döşenmişti içersi. Biraz daha para kıyıp, zevk sahibi bir mimar ile anlaşabilinirmiş.
Odadaki dolaplara da taktım kafayı. Sadece dar dar çekmeceler bulunuyordu dolapların içinde. Raflar yoktu. Ve burası kışın iş yapan bir yer. Yani kalın gisilerle, kazaklarla geliniyor. Zor sığdık o çekmecelere.
Gerçi hotelin içi çok sıcaktı. Herkes incecik giysilerle dolaşıyordu. Eğer oraya giderseniz, kesinlikle kalından çok ince giysi götürün. Kayak takımının dışında kalın giysiye hiç gerek duymadık.

Yemekler de nefisti. Yediğim hiçbir şey kötü değildi. Ama yemek salonunun dekorasyonu kötüydü.
Eşimle dekorasyona takıp durduk, hatta bazı köşeleri gösterip "Bu parça da Dolmabahçe sarayından getirtildi ve yerdeki modern granitle bütünleşti" filan diye.
Çalışanlar da gayet kibar idi. Hatta bazen fazla bile. Yani daha profesyonel bir yönetim şart Green Park'a.
Ama genel olarak memnun kaldık, güzel bir tatil geçirdik. Dediğim gibi, o kadar yeni ki, oturması için birkaç kışı geçirmesi lazım. Hatta o kadar yeniydi ki herşey, kiraladığım kayakları bile ilk giyen bendim:)
Ama yeni olmasına rağmen hafta sonu fuldu hotel. Zaten İstanbul'a bu kadar yakın bir kayak merkezin olması kayanlar için çok iyi. Kaymayanlar için de güzel vakit geçirilebilecek bir yer. Kapalı havuzu, hamamı, saunası ve spası da var.


Bu arada eşimin iradesine birkez daha hayran kaldım, belirtmeden edemeyeceğim. Kendisi yıllar önce Türkiye'de snowboard yapan ilk kişilerden olmasına rağmen, vermiş olduğu sözü tuttu ve kaymadı.
Niye olduğunun anlatayım. Yeni evliydik ve Uludağ'a kaymaya gitmiştik. Ben başka bir pistte kayak yaparken, o tepelerde biryerde snowboard yapıyordu. Birden sis bastırmıştı ve göz gözü görmüyordu. Kayanlar ne demek istediğimi anlamıştır. Tepede sisin inmesi iki saniyede oluyor ve pist dahil hiçbirşey gözükmüyor. Ben zaten durmuştum ve bekledim. O ise devam etti ve kendi hızını bile ölçemedi, yani göremedi. Haliyle kara saplandı ve ayağını kırdı. Çünkü eski boardların ayakkabıyı atma özelliği yoktur.

Haftalarca işine gidemedi ve evden yürütmeye çalıştı. Sonra alçı ile işe gitti, çok zorlandı vs. Şimdi ise yeni yıl nedeniyle işleri çok yoğun ve böyle bir durumu göze alabilecek durumda değil.
Ben de evde bebek var, aman bir yerimi kırarsam zor olur diye, birbirimize söz verdik, kaymayacağımız diye.
O, verdiği söze sadık kalırken, ben pisti görmemle kendimi kaybettim ve verdiğim söze möze aldırmadan kaydım.

Her tatil dönüşü gibi bugün de zorlandık uyum sağlamakta. Oğlum erkenden kalkıp okula giderken zorlandı. Eşim her yerinin ağırıdığını söyledi. Ben ise ev işlerini erteleyip durdum.
Eve dönmekten en mutlu olan kişi ise, dün annemlerden aldığımız ailemizin miniği oldu:)